feedburner
Enter your email address:

Delivered by FeedBurner

feedburner count

MUSİBET AYNASINDA İNSAN

Etiketler:

SALİH ÖZAYTÜRK

I.
Genç yaştaki bir yakınını kaybetmenin neticesinde içerisine girdiği sorgulamalar sonucu İslâm’la yüzyüze gelen biri olarak, “Musibetlerin insandan istediği nedir” diye sorulan soruları, ‘gayba açılan pencereler’ olarak tanımlamış ve bu tanımın izdüşümleriyle cevaplamışımdır yakın bir zamana kadar.
Depremler, savaşlar, düşmanlıklar, düşen uçaklar, ellerinizin altından kayıp giderek arkalarından bakakaldığınız hayatlar, kazalar, geçim dertleri, gelecek kaygıları, yardıma muhtaç olanlar, yetişememeler, hastalıklar ve nihayet hiçbir şeyi gerçekten halledemeden çekip gitmeler, ölüm.. Kuşatılmışsınızdır çepeçevre. Çare diyerek ellerinizi attığınız sebepler kısırdır. Yarmaya çalıştığınız çember her adımda biraz daha daralır. Sığınmaya çalıştığınız korunaklar beş para etmez musibetlerin karşısında. Her baş kaldırışınız cesaretinizdeki kırılmalarla sonuçlanır. Onlar yapmaları gerekeni yapıp kendileri çekip gidinceye kadar beklemek zorundasınızdır.
Peki, nedir anlatılmak istenen şey? Ve nedendir? İnsanın dünyasına indirilmek istenen o gerçek neredendir? Musibetlerin insana göstermek istediği önemli bir mesele olmak zorundadır. Olmalıdır; çünkü, görünüşte insan tamamen yokluklarla ve yok oluşlarla kuşatılmış bile olsa, cevabı olmayan bir soru sorulmamıştır. Karşılığı olmayan bir tek istek verilmemiştir insana.
Yakın bir zamana kadar, ruhumu saran bu derin sorgulamaya karşı, her defasında musibetlerin, şu fena ve fani sebepler dünyasının içerisinde sebeplerle, maddeyle hemhal olarak yetinmeye çalışan insanı dürterek uyandırdığını, bu diyarın bir imtihan diyarı olduğunu hatırlattığını düşünerek rahatlamışımdır. Evet gerçekten de öyledir. İnsan günlük uğraşıların içerisinde uyuşup uykulara dalmaktadır. Küçük büyük musibetlerle yeniden uyandırılıp duygularıyla gerçeğin farkına varması sağlanmaktadır. İşte böylece insanın ihtiyaçlar nedeniyle dünyaya ve gelip geçici olan şeylere, fenaya çevrilmiş olan yüzü; gerçeğin kendisi olan bekaya ve tüm gerçeklerin kaynağı olan Rabbine, hakkın ta kendisi olan Cenâb-ı Hakk’a çevrilmektedir. Başına gelen musibetler karşısında arayışa giren ve İslâm’la tanışan insanların çokluğu bu nedenledir. İnancının gereğini yaşamazken musibetlerin uyandırmasıyla inancının, İslâm’ın gereklerini yerine getirir hâle gelen insanların çokluğu da...
Musibet bir ayna gibidir insanın karşısında. Karanlığın içerisindeki aydınlıktır insan için. Arkası karanlık camların sizin siluetinizi daha güzel göstermesi misali, musibetlerle karanlığın aydınlığında insanın kendini seyretmesi istenmektedir. Lezzetlerin ve varlığın gözleri kamaştıran, gerçeği göremez hâle getiren aydınlığında yolunu şaşıran insana gitmekte olduğu asıl yönü ve niteliklerini hatırlatır musibet. Kesretin dağınıklığında kendini, varoluşunun nedenini unutan insan için; varlığının nedenlerini anlatan, aydınlatan bir aynadır o. Lekesiz ve tertemiz.
Daha çok ihtiyacınız olan erdemin, rüşdün niteliklerini okursunuz her bir musibetin içerisinde, bir bir. Karşısında paranın beş para etmediği bir musibetle cimriliğiniz vurulur yüzünüze. Nefsinizin hasisliği ile yapamadığınız yardımlar, kırdığınız gönüllerle yüzleşirsiniz. Makamların altında harcadığınız insanlar gelir aklınıza. Oysa musibet makam mevki dinlemez. Bir savcı gibi dikilir karşınıza! Ellerinizin yaptığı işlerin değersizliği ve çirkinliği nisbetinde musibetin önünde suçlu hissedersiniz kendinizi. Kendinizle, hiç istemeden yüzleşir ve yargılarsınız. Kaçınılmaz pişmanlıklara düşersiniz. Pişmanlıklar ise istiğfarların önsözüdür gerçekte.
Vazifeli bir memur gibi gelir musibet. Anlatması gerekenleri bir bir anlatır. İstiğfarların gelmesiyle vazifesini tamamlar. Sonra da, genellikle geldiği gibi, sessiz sedasız çeker ve gider. Geriye eskisine oranla daha olgun, daha merhametli ve gerçeklerin daha bir farkında olan insanlar bırakır. İnsan musibetlerin içerisinden pahalı ve aynı oranda değerli kazanımlarla çıkar. Yeter ki, şu kâinatın her bir şeyinde ve her bir işlevinde okunan rahmet ve adaleti görmezden gelerek girişilen isyanlarla o kazanımların önü kapatılmasın.
Öyledir! Her bir musibet gaipten gönderilmiş bir elçi gibi gelir insana doğru. Odanın kararmasıyla tül perde arkasında kâinatın görünmesi misali, musibetler, şu görünür varlıkların bir perde gibi örterek görünmez kıldıkları gayb âlemlerini sebepler ve sonuçlar dünyasını karartarak gözler önüne sererler. Kâinat perdesi arkasında cenneti ve cehennemi, bekayı ve bâki âlemleri; bunların tek ve gerçek Sultanını celâlli bir tarzda gösterirler. Gayba doğru açılan kapılardır onlar. Musibetlerin o celâlli yüzüne hafif bir tebessümle bakıp arkalarına doğru başınızı uzatabilirseniz, kapılar zorlanmaksızın aralanıverir. Ardınızda bıraktığınız geçici, fani bir dünyaya bedel, ölümsüz, bâki ve rahmetin perdesiz tecelli ettiği diyarlarla karşılaşıverirsiniz bir anda… Sanki musibetler gayba seferler yapan Burak’lardır insan için. Gaybın gerçekliğine ve yaşanır ama görülmez olan Zât’ın varlığına dair olan inancınızda bir artış olmasa bile; emniyetin daha yakın hissedildiği mertebelere doğru yol almadasınızdır. İmanınız yakîn mertebelerinde seyr-ü sefer hâlindedir artık.
II.
İslâm’la muhatap olduktan bir süre sonra, musibetlerle insanın önünün açılmasından farklı olarak, ikinci ve ciddi bir kazanım daha yaşamıştım. Hz. Âdem ile Havva’nın cennetten indirilişlerine sebep olan şeyin dikkatimi çekmesiyle başlayan bir düşünme süreci sonucu gerçekleşen bir kazançtı bu. Hz. Âdem, hâşâ, kalitesiz biri değildi. Bizden binlerce kat nitelikli olduğu ortadaydı. Oysa, onun düştüğü hataya biz bile düşmeyiz gibi geliyordu bana. O kadar güzelliğin ortasında gidip de o bir tek yasağa yapışmazdık herhalde diye düşünüyordum. Öyleyse, onun yanlışı görmesini engelleyen kaçınılmaz bir durum vardı orada. Cennetteki Âdem’e oranla, dünyada yaşıyor olmanın beni avantajlı bir konuma getirdiği bir gerçek... İşte bu sorgulama, beni yeni bir açılımla tanıştıracaktı:
Cennette yaratılan Hz. Âdem ile Havva’nın cennetin ortasında işledikleri hatayı dikkate alacak olursak, görürüz ki, o hatayı yanlışın olmadığı bir ortamda işlemişlerdir. Böylece yanlışın olmadığı bir ortamda insanın doğruyu keşfetmesinin mümkün olamadığını anlarız. Bunun nedeni ise, insanın elinde birbirine zıt verilerin olmamasının onu muhakeme gücünün kaynağı olan kıyastan mahrum bırakmasıdır. İnsan görmediğini ve bilmediğini ancak kıyas yaparak aydınlatabilir. Kıyas ise ancak zıtların buluştuğu bir zihinde gerçekleşebilir. Böyle bir zihin ise ancak hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın, gölge ile ışığın, sıcak ile soğuğun.. yani zıtların buluştuğu bir ortamda beslenebilir. Bu verilerden, dolayısıyla beslenmeden mahrum bir zihin, yani tamamen hayrın olduğu—cennet gibi—bir ortamda bulunan bir insan zihni, bu kıyası gerçekleştiremediği için, hayrın hayır olduğunu da bihakkın farkedemez. Yanlışın olmadığı bir ortamda doğrunun doğruluğunu bihakkın kavramak da imkânsızlaşır. Dolayısıyla hataya açık duruma gelinir. İşte Âdem ile Havva’yı o acayip hatanın içerisine atan, cennette bu verilerden ve kıyastan mahrum oluşlarıdır. Beni onların cennetteki konumlarına oranla avantajlı bir duruma getiren de zıtların buluştuğu bir ortamda—yani dünyada—oluşumdur.
Yasak olan şeyi işleyen Hz. Âdem için, o yasak gerçek bir musibete dönüşmüştür. Çünkü bu hatanın sonrasında şerrin ve huzur bozucu şeylerin hiçbir çeşidinin olmadığı cennetten indirilmiştir. Böylece hatanın hata olduğunu anlamış, istiğfara ve sorgulamaya girişmiştir. Neticede cennette elde etmesi mümkün olmayan birşeyi elde etmiştir dünya hayatında: kıyas edebilmeyi, farkın farkında olabilmeyi...
Bu çıkarımlarla bakılırsa, sıkıntının hiç olmadığı bir ortamda huzurun nimet olduğunun keşfedilmesinin insan için pek mümkün olamayacağı görülecektir. İnsandaki sıkıntıların ana kaynağı olan musibetler, insanın huzur nimetini duyumsayabilmesi için kesinkes gereklidir. Yani, insanın cennetteki huzurun farkına varabilmesi için sıkıntılar yaşayarak kıyas yapabilir hâle gelmesine ihtiyacı vardır. Bu da ancak musibetlerin varlığı ile olabilir. Musibetler ise hayrın da, şerrin de varlığını gerektirir. Dolayısıyla da, hayır ve şer ortamı olan dünyanın ve dünya hayatının varlığını.
Şerlerle, musibetlerle insanda önü açılan kıyas gerçekten ciddi bir kazanımdır. Çünkü kıyaslar, derin manevî hakikatlerin sebep-sonuç ilişkilerinin içerisinde perdelendiği bu dünya hayatında Cenâb-ı Hakk’a karşı perdesiz bir muhatabiyeti yakalamanın en kestirme yoludur. Musibetlerin insana sunduğu birincil kazanımlar olan istiğfarlarla insanın manevî zemini temizlenir ve imanın sunduğu gerçek aydınlıklarda kıyasın ve delilin önü açılır. İnsan kendi benliğindeki sıfatçıklar ile Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını mukayese edebilir hâle gelir. Akıl ve ene yardımıyla yapılabilen bu karşılaştırmalar sonucu, insan Rabbini görmediği halde görürcesine tanıyabilir artık. Bu kıyaslarla bilgiler içselleşir ve kuru bir malûmat olmaktan çıkarlar çünkü.
III.
Musibet karşısındaki insanın hissettiklerini anlatmak istesem, yalnızca ‘acz’ diye tarif ederdim. Çünkü musibet insanın kudretini aşan her türlü zorlanmanın ifadesidir gerçekte. Yüreğiniz altından kalkamadığınız meseleler karşısında sıkışır. Duygularınız itirazlarla aczin değişen halleri arasında gider gelir. Siz yangınları yaşarken müracaat ettiğiniz kapılar acilen açılmaya hiç de müsait değildir çoğunlukla. Acziyet içerisinde kahır-sabır ikileminde kalakalırsınız. İster neticesinde çözümleme imkânını bulduğunuz bir problem olsun, isterse çözümsüzlüklerle neticelensin, karşısında acz hissettiğiniz herşey musibettir sizin için.
Musibetlerin insana en çok hissettirdiği, en derinde yaşattığı his olan ‘acz’ ise, işte bu kıyasın altında yatan duyguların hissiyatın en ciddi tahrikçisidir. İnsanın kendisini acz içerisine düşüren bir musibetle karşılaştığı zaman ilk tepki olarak ağlaması da bunun göstergesidir. İşte musibetlerin tahrikiyle açığa çıkan acz duygusunun hislerin tamamını uyandırması, beraberinde bir duygusal açılımı da getirir. Bu duygusal açılım kıyasın zeminini oluşturan duyguları kuvvetlendirir ve derinleştirir. Dolayısıyla kıyasın zemini kuvvetlenir ve böylece bilgilerin içselleşerek gerçeğe dönüşmesi kolaylaşır.
En çok sevdiği varlık olan evladı idam istemiyle yargılanan anneye “Oğlun berat etti” yazılı kâğıdı getiren habercinin etkilenmemesine mukabil annenin bayılması bu nedenledir. Haberi getirenin benliğinde karşılığı olmayan o duygulanımın annede karşılığı vardır zira. Eğer haberci, oğlu idam istemiyle yargılanan biri ise, o da ağlayarak getirecektir bu haberi. Bu iki insan, mahşerden, sırattan ve cehennemden haber veren âyetlerden sonra Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kullarına yönelik “Girin cennetime” hitabıyla karşılaştıklarında da gözyaşlarını tutamayacaklardır. Gözyaşları Kur’ân’ın sayfalarını ıslatarak âyetleri hayatlandıracaktır. Âyetler gelip yüreklerinin en derin ve en nazenin köşesine yerleşeceklerdir; unutulmamak üzere!
Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, musibetler, içerisinde bedenlerin ve hayatların tutukluluk hissetmelerine bedel, kalplere ve ruhlara sınırsız özgürleşme imkânı sağlamaktadır. Bu özgürleşmeyle gelen manevî uyanış ve açılımlar karşısında, İblis’in uyutucu efsunları da etkisiz kalmaktadır. Dünyayı ve bedeni merkeze alan şu ahirzaman medeniyetinin oyuncakları da etkisini yitirmektedir.
Musibetin celâlli yüzünün arkasında böylesi bir ikram gizlidir işte. Bu ikramın hatırına yaşarız musibetleri. Musibetler ile uyandırılırız gaflet uykularından. Bunu farkedince de, sabrın ve şükrün buluştuğu bir adrese dönüşür musibetler...

http://64.4.8.250/cgi-bin/linkrd?_lang=EN&lah=4a20a2bcfe9d92cc766546ee019559bb&lat=1013728836&hm___action=http%3a%2f%2fwww%2ezaferdergisi%2ecom dan alınmıştır



0 yorum:

Yorum Gönder